ÜÇ BÜYÜK ARALIK YARASI
“Bir kara kış günüydü: 28 Aralık 2011 ve gece yarısıydı. 19’u çocuk, tam 35 canımızı uçaklarla bombaladılar. Paramparça olmuş gençlerimizin bedenleri ile onlarla aynı kaderi paylaşan katırlarının etleri birbirine karıştı. Üstelik “kaçağın” rüşveti de peşin peşin alınmıştı. Bu nedenle “puşt pususu” beklenmemekteydi. Gecenin karanlığını parçalayıp, Ankara’nın tüm engellemelerine rağmen tüm dünyaya yayılan katliam haberi ve sonrasında dışa yansıyan kısıtlı bilgiler bile herkeslere gösterdi ki; – Yeni bir Kürt katliamı Ankara’nın karanlık dehlizlerinde aylardır planlanmaktaymış. Bu amaçla özel ajanlar özel görevlerini aylardan beri ifa etmekteymişler. -O gece insansız hava araçları ha bire Ankara’ya yeni yeni görüntüler alıp yollamaktaymış. – Açık görüntülerin açıkca bir grup gencin “kaçaktan” dönmekte olduğunu göstermesine, görüntüleri inceleyenlerin “Bunlar mazot taşıyan köylüler” diye yukardakileri bilgilendirmelerine rağmen Ankara hiç teredüt etmemiş. -Yerel birimlerine sorma gereği bile duymayan MGK”nin (Milli Güvenlik Kurulu aynı akşam ve aynı saatlerde toplantı halinde) “VURUN” kararı zamanın başbakanının ağzından ilgililerine ulaştırmış. Bu kısa özetlemeden de anlaşılacağı gibi; katliam kararı verenler ayan beyan ortada. Katliam emrini alanlar ve uygulayanlar herkesin malumu. Hangi pilotların hangi uçakları kullandıkları da biliniyor. Planlayarak, en ince ayrıntısına kadar tasarlayarak, “en iyi Kürt ölü Kürt” diyerek, Kürdistan ve Türkiye kamu vijdanını hiçe sayarak, insanlığın tepkisinden çekinmeyerek 35 gencimizi katlettiler. Cezasının otuz beş kere ağırlaştırılmış mühebbet hapis cezasına çarptırılmak olduğunu bile bile… İnsanlık suçu işlendiği biline biline… Bile bile katliam yaptılar çünkü; katliamcılar öyle büyük bir Kürt korkusu içerisindeler ki, ecellerine çare arıyorlar. Geçici nefes alışlara razılar. Günü kurtarma telaşındalar. Yarınlarını garantide göremiyorlar. Ayakları kaydığı an dünyalarının başlarına yıkılacağını biliyorlar. Korkudan, korku imparatorluğu kuruyorlar. Çünkü ölümlerinin Kürtlerin eliyle olacağını çok iyi biliyorlar.” Roboski katliamının geçen seneki yıl dönümünde söylemişiz yukarıdaki sözleri. O büyük acımızı yeniden hatırlar ve yeniden hatırlatırken; “BİZLE” ilgili yanına, yüreğimizin SOL YANINA değinmemek, dokunmamak olmaz kanısındayız. Herkesler bilir: Bizler, çok çok baskın kamu gücü olmadan sömürgecilerin (KATLİAM) karar vericilerini ve uygulayıcılarını kollarından tutup mahkeme önlerine çıkaramayız. “İç hukuk” yollarını işletmek, hele hele eksiksiz işletmek olanağına da sahip değiliz. Ama, fakaat; Roboski gibi dünya kamuoyuna malolmuş bir davamızın dosyasını AHİM’e eksiksiz ulaştırmayı beceremediğimiz ise asla ve asla unutulmaz; unutulmamalı. Sömürgeci TC devletini çok büyük bir siyasi, diplomatik, ahlaki ve hukuki prestij kaybından korumuş olduk böylece. Eğer dosyayı AHİM’e göndermekten siyasi ve hukuki olarak sorumlu olanlar görevlerini eksiksiz yerine getirselerdi; TC’nin maddi kaybı da azımsanmayacak kadar büyük olacaktı. Bu anlamda halkımıza borçlu olanlar borçlarını unutmasınlar. Türkiye ve Kürdistan halklarının Roboski gibi sayısız katliamlar yaşadığını yakın tarihten haberdar olan herkesler biliyor. Öyle ki, her aya bir veya birden çok karagün düşmektedir. Maraş katliamı, “Hayata Dönüş” (!) dedikleri cezaevleri operasyonu da yine Aralık ayı içerisindeydi. Maraş ve Cezaevleri katliamlarıyla ilgili kısa hatırlatmalarımıza geçmeden belirtelim ki; Türk devleti yalnız halkımıza karşı değil, sınırları içerisinde yaşayan tüm halklara karşı da belli aralıklarla toplu katliamlar yapmaktan hiç geri durmamıştır. Çünkü TC yapay bir devlettir; yukardan kurulmadır; kendi sınırları içerisinde yaşayan halklarla başta hukuki olmak üzere, sosyal, kültürel, ahlaki vb bağları ya hiç yoktur, ya da çok zayıftır. En yetkili ağızlardan ve suçlama amaçlı “Ermeni dölü”, “Gavur İzmir”, “Pontus”, “Kuyruklu Kürt, terörist/ eşkıya Kürt” türü gibi söylenen sözler tesadüfü değildir. Türkiye’de halk ayrı, Devlet ayrıdır; aralarında hukuki bir sözleşme bulunmamaktadır. Tüm temel yasalar asker kökenlidir. Devletli kafa toplumu hep devlet karşıtı ve düşman olarak görür. O kafaya göre devlet tanrı, halk ise tanrının kullarıdır. Yani TOPLU KATLİAMLARLA KULLAR ZAMAN ZAMAN CEZALANDIRILMALI VE KORKUTULMALIDIR. Az önce söylenenler, her katliamın özel ve özgün yanları yoktur anlamında değildir. Örneğin; Roboski’de otuzbeş çocuğun bombalanarak öldürülmesinin bahanesi “ Aralarında Bahoz Erdal vardı” diye açıklanmıştı. Maraş katliamı “ Sağ- sol çatışması” diye kamufle edilmişti. 19- 21 aralık 2000 yılındaki cezaevleri katliamında “
Örgüt militanlarını örgüt şeflerinin elinden kurtarmak”tı amaç! Unutanlara hatırlatırız: 19 Aralıkta başlayıp 24 Aralığa kadar sürdü Maraş katliamı. Tamı tamına altı gün. İstenseydi eğer, dünyanın en öbür ucundaki askeri güçler üç kere Maraş’a gelir ve geri giderlerdi. Zaman denen yargıç hepimize gösterdi ki; Maraş katliamının birinci nedeni 12 Eylül darbesinin ön hazırlığıydı. Toplum darbe öncesi sindirlmeli ve darbeye itiraz edecek takat bırakılmamalıydı. TC devletinin emperyal amaçlara uygun yeniden organize edilmesi için suskun bir toplum yaratılmalıydı. Haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkamayan bir toplumsal ve siyasal ortam yaratmanın en büyük ve en kanlı adımı Maraş’ta atıldı.
Resmi açıklamalara göre bile yüzden fazla Alevi / Kürt insanımız resmi ve sivil faşist güçlerce katledildi. Yani Devlet, özel olarak Maraşlı Alevi Kürtlere, daha genel olarak ise tüm Alevi Kürtlere gözdağı verdi. Nasıl acımasız olacağını gözler önüne serdi. Maraş katliamının bir başka başat nedeni daha var: Alevi Kürtler yalnızca Maraş ve Malatya’da ovada yaşarlar. Her iki ilde de barajlar ve kanallar yoluyla susuz ve verimsiz araziler sulanmaya başlanmış, Kürt aleviler kısmen zenginleşmişlerdir. İşi gücü talan olanların gözünden kaçmamıştır bu durum. Arazilere ve o arazilerin yarattığı zenginliklere el koymak katliamların asıl amaçlarından bir diğeridir. 12 Eylül darbesi öncesi Malatya ve Maraş’ın toplu katliam alanı seçilmesi bu nedenledir. Derenin aşağısından su içen kuzuya kurdun “Suyumu bulandırıyorsun” dediği fıkrayı herkesler bilir. Elbette bahane arayan birisi için bir bahane bulmak zor değildir. Tıpkı 19- 21 Aralık tarihlerinde tutuklu ve hükümlü devrimcilere yönelik katliam gibi. “Tabutluklara girmek istemiyoruz” yalın talebiyle mahpushanelerde eyleme geçen devrimcileri F Tipi (tek ve iki kişilik hücre sistemine sahip) cezaevlerine götürebilmek için Devlet gerçek yüzünü göstermekten çekinmedi. Savunmasız dört duvar arasındaki devrimcilere kimyasal silahlar kullanmaktan geri durmadı. Canlı örnekleri ve doktor raporlarıyla sabit: “Sülfirik ve nitrik asit” li silahlarla 30 devrimciyi diri diri yaktılar. Kamuya “Hayata dönüş” dediler ama; sonra en yetkili ağızlardan “ Devlet otoritesini tahsis etmek” istediklerini açıkca dillendirdiler. Yani şu yukarıda sözünü ettiğimiz toplumdan soyutlanmış ve ilahi güç atfedilmiş devlet bir kere de böyle gerçek yüzünü göstermişti. Özetle ve son söz olarak belirtelim: Kanlı Maraş’ı, Kimyasal gazlı zindan katliamlarını ve Roboski yaramızı; Zilan ve Dersim derelerini, Halepçe ve diğer tüm yaşanmış katliamları unutmayacağız; unutturmayacağız. Taa ki hesabı sorulana kadar… Zalimler eninde sonunda zulümlerinde boğulacaklardır. Halkımız sömürge zincirlerini er geç kıracaktır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Partiya Komünist a Kürdistan (KKP)
Merkez Komitesi Sekreteri
Xalil Hazar
18.12. 2020