”ŞEYH BEDREDDİN BEN’İM” -Özlem Yıldırım-
Esasen Fatma İrier’in yazdığı aşağıdaki yazı TKEP Merkez Yayın Organı Komünist’in Aralık 1991’deki 11. sayısında Özlem Yıldırım takma adıyla yayınlanmış. Anlattığı kişi 80’li yıllarda Elazığ Sıkıyönetim Askeri, 90’lı yıllarda Malatya E Tipi Özel Cezaevlerinde yatan devrımcı tutsakların çok iyi tanıdıkları bir isim: MİRALİ DAYI… Mirali Göktaş…
Mirali Dayı, mahkeme kayıtlarına göre, 1935 doğumlu. TİP’in THKO’nun, THKO – MB’nin, TKEP’in, KKP’nin üyesi. Yarım asırdan fazla bir süredir devrımcı. Hiçbir deprem, hiçbir yıkımın yıkamadığı bir yoldaş. Kendisi ”ümmi”dir, ama bu dezavantajı onun ”okumasına” engel değildir. Yayınları, kitapları eline geçer geçmez birine okutur ve hafızasına kaydeder. İlk olarak kendisiyle birlikte Mart 1980’de nezaret altına alındık, iki – üç hafta kadar işkence gördük. 12 Eylül’den sonraki ilk büyük TKEP-KKP operasyonunda (Kasım 1980 başı) yakalandı. Örgüt silahını saklamaktan 8 yıl ceza aldı. Ceza infaz yasası uyarınca belli bir süre (4 yıl) Elazığ askeri cezaevinde yattı. 1985 yılında TKEP’in Şam’da yapılan (yarıda kesilen) III. Kongresine delege olarak katıldı. 1986 Haziran – Temmuz’unda yapılan KKP operasyonunda yeniden yakalandı ve bu kez KKP üyesi olmaktan ceza aldı. 91 yılına kadar Malatya E Tipi Cezaevinde hapis yattı. Böylelikle toplam 10 yıl’dan fazla hapis yatmış oldu. Kaldığı hapishanelerde bütün açlık grevlerine, direnişlere sonuna kadar katıldı. Yaşlı olduğunu, dayanamayacağını düşünerek onu eylemlerden muaf tutmaya çalışan devrimcilere aldırmadan her eyleme katılıyordu. Bu davranışıyla hemen her örgütten devrimcinin saygısını, sevgisini kazandı. Sadece bu da değil; yaradılışından gelen engin iyimserliğiyle o, herkese moral veriyor, direnişlerin, eylemlerin başarısı için çalışıyordu. Gevşeyen, dayanamayan pek çok genç sempatizan, Mirali dayı’ya bakarak gayrete geliyor, yelkenleri indirmekten vazgeçiyordu. .. Mirali dayı halen hayatta ve halen devrimci mücadelenin içinde…
Mirali Dayı anlatmakla bitmez… Biz Fatma İrier’e kulak verelim:
Gözlerinin üstüne, kelimenin gerçek anlamıyla barikat kurmuş siyah kaşları, yüzüne heybetli bir ifade veriyor. Ama konuştuğumuzda teşbih ve espirilerle bezeli, tipik ”Doğulu” aksanıyla hemen ısınıyor, sıcacık bir dost oluveriyorsunuz. Anlatırken gözbebeklerindeki ışıltıları, el – kol hareketlerini ve olayları bir mizansen ustalığıyla gözlerinizin önünde canlandırışını izlediğinizde, yüreğindeki coşkuyu, sevgiyi ve beynindeki gençliği görüyorsunuz. Oysa, alnındaki derin çizgilerin beşi tamamlanmış, altıncısı yarı yolda. Şakaklarından yukarıya doğru iki oyuk biçiminde açılmış bembeyaz saçları ve güldüğünde göze çarpan üç tek dişi ilk bakışta çökmüş bir ihtiyar görüntüsü verir. Ama onunla süren kısa diyaloğunuzda, hemen, görünüşe değil, ”sol memenin altındaki cevahir”e bakmak gerektiği gerçeğini yaşarsınız. Görüntüsü genç, ama içi karamsarlıkla dolmuş, çökmüş ”ihtiyarlar” gözünüzün önünden bir bir geçer…
Peki, ”kim bu adam” diye merakla baktığınızı görür gibi oluyorum. Bir ot gibi yaşayan ama kendilerini dünyanın en akıllıları sanan aptalların deyimiyle ”yaşına başına bakmadan devrimcilik yapan”, ”hapislerde sürünen”, ”çoluğunun çocuğunun perişan olmasına aldırmayan” biri… 56 yaşında. Yoksul köylü – demiryolları işçisi, en az 20 yıldır militan devrimci; 10 yılını hapiste geçirmiş bir emektar, yoldaşı olmaktan onur duyduğum bir partili… İsim gerekiyor mu? Gerekiyorsa, onun deyimiyle, ”tutun ki, bir Şeyh Bedreddin, tutun ki, bir Nazım Hikmet, tutun ki Kerbela’da şehit olan Hüseyin…”
– Yahu diyor, insan yaklaşık on yıldır hapislerde yatıp çıktıktan sonra yanına gelenlerden bir taltif görmek istiyor. Bazıları çıkıp da, ”yaşına başına bakmadan niye bu işlerle uğraşıyorsun; çocuklarını duvar dibinde koydun, bırak bu işeri de evine – barkına bak” demiyorlar mı, öyle bir tepem atıyor ki, kollarından tutup evimden kovasım geliyor. Ama geleneklerimizde evine gelmiş bir misafiri kovmak olmaz. Ben de cevaplarımla onları kovmaktan beter ediyorum Hele bazıları da Sovyetler Birliği’ni başımıza kakarak, ”bak onlar bile bıraktı, siz hala neyin peşinde koşuyorsunuz” diyerek, kendince haklı pozisyonda saldırıya geçmeye kalkmıyor mu, onlara daha çok kızıyorum. Diyorum ki, tarihte de hep böyle oldu; Hüseyin mazlumlar için yetmiş bin kişiyle yola çıktı, ama Kerbela’da şehit düştüğünde yetmiş kişi kalmıştı. Osmanlı gibi dört cihanın imparatorluğuna kafa tutan Şeyh Bedreddin ve adamları da bir avuç kişiydi. Hapislerde yatan, sürgünlere giden Nazım Hikmet’in bir yüreği, bir de kalemi vardı. İşte ben de Kerbela’daki Hüseyin’im… Şeyh Bedreddin de benim, Nazım da benim… Eğer onlar da sizin gibi düşünselerdi, bu tarih olmazdı.
Dinlediğinizde, ya da buradan okuduğunuzda size basit, yalın gelen bu cümleler, derinliğinde materyalist bir tarih bilincini saklıyor. Ezilenlerin tüm mücadele tarihine sahip çıktığını, köklerini onlardan aldığını; kendisini, ”tarih yaratan insanların safında” görmekten nasıl mutlu olduğunu görüyorsunuz… ”Tarihte devrimci rol oynamış mücadeleci kişilerin mücadelesini ve kişiliğini kendi bedeninde yaşatmak her insana nasip olmaz” diyor. ”Ben, bunu nasiplenen şanslılardan biriyim” diye ekliyor… Ve salt biyolojik bir varlık olarak doğup, yaşayıp ölen insanlara acıma ve biraz da haklı bir küçümsemeyle bakıyor.
– Dedim ki, diyor, Evet, ben hapislerde yatarken, siz ev-bark, mal-mülk sahibi oldunuz; ama hepsi bu kadar. Bense, bir tarih sahibiyim. Partim ve yoldaşlarım var. Bütün bunlara kolay yoldan kim sahip olmuş ki, ben de olayım…
Bunları dinlerken, bu tarihin yaratılmasına emek vermiş, dün onunla aynı mücadele içinde omuzdaş olmuş, ama bugün hem kendi tarihine hem de emeğine sırt çevirmiş yoldaşlar gözümün önünden geçiyor. Birlikte üzülüyor, acıyoruz; dünkü emeklerine saygı duyduğumuz o yoldaşların bugünkü haline… Mücadelesini ve emeğini yücelerde tutmasını, her şeye rağmen yüksek moralini gözlerim yaşararak izlediğim bu yaşlı yoldaşı herkesin tanımasını ne kadar isterdim. Kuşkusuz, böyle kısa bir yazıyla bunu sağlamak mümkün değil. Daha doğrusu ondaki mücadele inancını, moral değerleri yazıyla ifade etmek zor. Ama, hem partili yoldaşlarımızın, hem de gelecek genç kuşaklarımızın bu moral değerlerimizden alacağı çok şey var. Bu kısacık yazıyla dar bir çerçevede de olsa, mücadele etmekten yılmamış bir emektarı anlatabilirsem mutlu olacağım.
Hemen belirteyim, bu yoldaşımızın geçmiş mücadelesini, özel yaşantısını yakından bilemiyorum. Onunla yıllardır aynı mevzilerde savaşanlar, onunla cezaevlerinde birlikte olanlar, açlıklarda, ölüm oruçlarında, ak saçlı bu yaşlı bilgeyi yanıbaşlarında acıyı gülümsemeye dönüştüren bir direnç gücü olarak bulanlar, mutlaka onu benden daha iyi tanıyordurlar.
Ben, topu topu iki kere gördüm. Birisi, parimizin kongresindeydi. İkincisi de, hapisten yeni çıktığı geçtiğimiz aylarda. Kongrede, sözcüklerin tılsımlı çekiciliğine kapılanlardan açık farkını, yeterli teorik birikime sahip olmasa da, güçlü sağduyusu ve ilkeli tutumlarıyla ortaya koyuyordu. Bol keseden militanlık satanlar soluğu Avrupa’da alırken, bu yoldaş aynı zorlukla geldiği yoldan geri Türkiye’ye dönüyor, yeniden sıcak mücadele mevzisinde konumlanıyordu. 1986 [KKP’ye karşı] polis darbesinde yeniden onun deyimiyle ”ön cephede” (burjuvazinin mahpus damlarında) yerini aldı.
Burjuvazinin mahkemeleri, zindanları, siyasi tutuklu-mahkum olarak gençleri ”ağırlamaya” alışmış. Az sayıda yaşı 50’nin üstündeki ”konukları” ise, genellikle büyük kentlerde karşılaştığı profesör-aydın takımından insanlar.
Bizim Halo yoldaşımızı karşısında gören polisin, mahkemelerin, gardiyanların ilk tepkisi, ”bu yaşın-başınla senin ne işin var burada?” oluyor. ”Bırak bu işlerle gençler uğraşsın…” Halo yoldaşımızın buna cevabı çok yalın ve yargılayıcı: ”Yaşlıyız diye, eşşek gibi mi yaşayalım!..”
Bunları anlatırken, burjuva sistemdeki bu şartlanmayı kırmaktan içten içe bir gurur duyduğu seziliyor. Evet, devrim gençlerden daha çok şey bekliyor. Gençlerin coşkusu, dinamizmi, aktivizmi olmadan devrim seller gibi coşmaz… Ama yaşlılar olmadan da kitleselleşemez, tarihle bağını kuramaz.
Halo’nun yaşı, burjuva cephede böyle bir tepkiye yol açarken, bizim cephede saygının, hürmetin, moralin kaynağı oluyor. Genç cezaevi yoldaşları ona hürmette kusur etmiyorlar. Komünde ona iş yaptırmamaya, bulaşık, çamaşır yıkatmamaya çalışıyorlar. Ama Halo yoldaş, bunların hiç birisini kabul etmiyor. Emektarlığını bir avantaj olarak kullanmaya yanaşmıyor. Açlık grevlerinde, gardiyanların ona ”yaşlıdır, katılmaz” diyerek getirdiği yiyeceği geri çeviriyor.
– Yanıbaşımda yoldaşlarım aç dururken, direnirken, onların gözüne bakarak yemek şerefsizliğini kabul edemezdim, diyor. Cezaevlerinde bu ”şeref”e daha çok TKP’liler nail oluyordu, onların durumuna nasıl düşerdim! diye eklemeyi de unutmuyor… Şerefsizliği seçerek bir gün fazla yaşamak neye yarardı? diyor.
Çocukları da devrimci olmuş ve babalarından gurur duyuyorlar. Fabrikada çalışan kızının arkadaşları ilk dönemler arkasından, ”bunun babası komünistmiş” diye fiskos etmişler. Bir gün, iki tanesi gelip sormuş, ”Kız senin baban komünistmiş hemi?” diye.
– Hee, demiş kızı… benim babam komünist, ya sizin babanız ne?
Her ikisi de bu sorulu cevap karşısında apışıp kalmış. Babalarının, ”baba” olmaktan başka ne olduğuna ya da ne olması gerektiğine dair hiç bir şey bilmedikleri ve de o güne kadar bu konuyu hiç düşünmedikleri için her ikisi de cevap verememiş. Kimbilir, belki de ilk defa, babalarının ”baba” olmaktan başka birşeyler de olması gerektiğinin ayırdına varmış, bunun şaşkınlığını yaşamış, Halo yoldaşın kızına içten içe gıpta etmişlerdir…
Şu son yıllarda sosyalist blokta olup bitenler, Sovyetler Birliği’nideki dağılma, eskiye özlem ve abuk-sabuk yeni görüşler, Halo yoldaşımızın kafasını kurcalamıyor değil. ”Niye böyle oldu” sorularına bir yandan kendisi yanıt ararken, bir yandan da sıradan insanlardan gelen sorulara yanıt vermek zorunda kalması, onu hayli zor duruma sokmuşa benziyor. Ama kendince bir çıkış yolu bulmuş:
– ”Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar, Her Şey Emeğin Olacak!” Ben, onu – bunu bilmem. Bu olana kadar da kim nereye gidiyorsa gitsin, ben savaşacağım… Niye böyle olduğunun teorik izahı ise, Teslim Töre’nin sorunu. ”Dün böyle diyorduk, bugün ne diyoruz” gibi soruları bana değil, gidip Teslim Töre’ye sorun… Ben de bulursam ona soracağım. Elbet o bir cevap bulmuştur, diyor. Teslim Töre yoldaşa duyduğu sevgiyi ve güveni açıkça belirtmekten hoşlanıyor.
Evet, Töre yoldaş, Halo yoldaşımız sizden sorularına, kendisinin kavrayacağı ve başkalarına kavratacağı yanıtlar bekliyor… Söylemesi bizden…
Bir saat kadar kısa süren bir günlük beraberliğimiz sona erdiğinde, gururla, zevkle dinlediğim, ondaki yüksek moralden güç aldığım, bütün devrimcilerin örnek almasını dilediğim Halo yoldaşla sohbete doyamadığımı belirtmeliyim.
Tekrar görüşmek üzere, güle güle yoldaş! Yolun açık olsun, onurlu kavga seni daha da yüceltsin…
KOMÜNİST
[BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN]
Türkiye Komünist Emek Partisi Merkez Yayın Organı
Yıl: 11
Sayı: 22
Aralık 1991