Perşembe , Mart 28 2024
Home / Parti Yaşamı / KÜRDİSTAN SORUNUNUN BAZI YÖNLERİ – VELİ SAĞLAR GEÇMİŞTEN GELECEĞE KKP/Parti Arşivinden

KÜRDİSTAN SORUNUNUN BAZI YÖNLERİ – VELİ SAĞLAR GEÇMİŞTEN GELECEĞE KKP/Parti Arşivinden

Dengê Kurdistan
[Bijî Kurdistan a Azad û Demokratik] KKP Merkez Yayın Organı
[III. Kongre’ye Giderken KKP’de Açık Tartışma] Sal: 9
Ek: 1
İLON 1990

[Not: Yazı o zamanlar henüz cezaevinde yatmakta olan ve esasen yayınlanmak üzere değil, tartışmak, görüş bildirmek üzere 90 yılı ortalarında kendi MK’ne yazan, TKEP MK üyesi Veli Saltık yoldaşın dışarıya gizlice çıkarılmış bir mektubudur. O sıralarda III. Kongresi’ne hazırlanmakta olan ve bu amaçla örgüt içerisinde bir tartışma yürütmekte olan KKP, TKEP’ten kendisine iletilen bu mektuba da, yazarının aksi yöndeki dileğine rağmen, kendi yayın organında yer vermiş; [III. Kongre’ye Giderken KKP’de Açık Tartışma] başlığıyla çıkan bu dergide yayınlamıştır. / REDAKSİYON]

Daha önce Kürt sorununun çeşitli yönlerine ilişkin bir şeyler yazmak niyetinde olduğumu belirtmiştim. Aşağıdaki yazı tamamen içe dönük bir içeriğe sahip. Yasal ya da yasa-dışı yayınlarda yayınlanmak amacıyla hazırlanmış değil. Çok iddialı ve sistematik değil. Bütünüyle tartışmaya açık. O halde amaç nedir, diye sorulabilir. Böyle bir yazının bir kaç amacından söz etmek mümkün: a) Kürt sorunuyla ilgili yazınımızda ve politikalarımızda eksikli gördüğüm bazı noktalara uyarılar yöneltmek; b) kendi kadrolarımızın kafasında oluştuğunu var saydığım bazı ikirciklikleri gidermeye yardımcı olmak ve c) oluşan yeni koşulların ve bunların bize yüklediği yeni görevlerin biraz daha saydamlaştırılmasına karınca kararınca bir katkıda bulunmak.

KÜRT SORUNUNDA GÖZE BATMAYA BAŞLAYAN BAZI EKSİKLİKLERİMİZ

Kürt sorunuyla ilgili yazılarımızda benim açımdan tırmalayıcı ve rahatsız edici olmaya başlayan bazı geleneksel yaklaşımlarımız var. Bunları açık – seçik ve biraz da göze batırarak yazmak istiyor ve açıkça terk edilmesini öneriyorum. Umarım burada sözünü ettiğim rahatsızlığı duyan başkaları da vardır.

İlk vurgulamak istediğim eksiklik, soruna ekonomist yaklaşımdır. Bu yaklaşımın kaynağı ”ilhak edilmiş ezilen ulus” tezimizi kanıtlamak için devreye soktuğumuz argümanlardır. Yanlış anlaşılmasın benim bu teze bir itirazım yok. Ama öyle tek yanlı vurgular, öyle aşırı bir çubuk bükme var ki, makul bir düzeltme olmazsa gerçekten de bazen ACİL’in ”Türkleşmiş Kürt tavrı” suçlamasını haklı çıkaracak üsluplarla karşılaşıyorum. Nedir ekonomist yaklaşımdan kastım? Ortak örgütlenmeyi ve mücadeleyi, birleşik devrim dinamiklerinin varlığını savunmak adına iktisadi etkenlerin ve bunların ortaya çıkmış sonuçlarının haddinden fazla abartılması, bunlara tek yanlı bir determinizm tanınmasıdır: ”iki ulus kaynaşmıştır; tek bir pazar oluşmuştur; iki ulusun emekçileri her alanda ortak örgütlerini oluşturmuşlardır; iktisadi, politik, hukuki ve sosyal düzlemde ırk ayrımcılığına dayanan ayrı bir statü yoktur…” gibi durmadan tekrarlanan vurgular…

Birileri çıkıp başımıza kakabilir: ”Desenize pek fazla sorun yokmuş!..” Eğer pek fazla karşılaşmıyorsanız bu uyarıyı ben yöneltiyorum. Bu tek yanlı tasvire bir kaç soruyla çomak sokmak gerekiyor:

1) Bütün bunların altında kalın bir çizgi halinde zor yatmıyor mu? Zor içerilmiş mevcut sonuçların kalıcı olacağını nerden bilebiliriz? Kuşkusuz bazen zorun sonuçları geri döndürülemez bir biçimde nesnelleşebilirler. Ama Kürt ulusunun uluslaşma ve kendini kurma süreci modern anlamda yeni başlıyor sayılır. Bu, zora dayalı bütün verili durumun en azından sorgulanacağı anlamına gelir. İktisadi etkenler, ulusal sorun sözkonusu olduğunda halkın sağduyusunu ve eğilimlerini etkilerler. Ama işin siyasal, kültürel, toplumsal ve hatta psikolojik boyutu unutulursa; yasal, idari ve iktisadi alanlardaki bir biçimliliğin aslında iki ulus arasındaki gerçek eşitsizliğe geçirilmiş bir kılıf olduğu gözönüne alınmazsa yüzeydeki ilişkilere fazla takılır kalırız ve gelişen süreci kavramakta zorlanabiliriz. Unutulmamalıdır ki, genele şamil bir birbiçimliliği, ezilen ulus nispeten sessiz kaldıkça sürdürebilirler.

2) Sözünü ettiğim tek yanlı vurgulardan ezilen uluslarda baskının sömürgelere kıyasla daha hafif olduğu türünden bir sonuç kendiliğinden çıkıyor. Kuşkusuz sömürgelere kıyasla bazı ”avantajlar”dan, baskının daha inceltilmiş ve daha hileli biçimde sürdürülebilmesinden söz etmek mümkündür. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var: Zoraki asimilasyon ve ”ulusal varlığının reddi”ne dayanan politikanın ezilen ulusun benliğini parçalayıp iğdiş etmesi, kamu yaşamına katılımın ancak bu parçalanmayı kabullenmek, kanıksamak ve benimsemekle mümkün olabilmesi… Ailede, özel yaşamda, toplumsal yaşamın bazı veçhelerinde ilk Romalı hrıstiyanlar türünden Kürt, ama kamu yaşamı sözkonusu olduğunda bu kimlikten mecburen sıyrılmak… Bu çifte kişiliğin, bu kişilik parçalanmasının ve içselleşmiş zorun Kürt halkında yarattığı tahribat, kişilik yitiminin sayısız ucubeleri ve bunun giderek toplumsal ve özel yaşamı da çarpılmaya uğrattığı aşikar değil midir?

3) Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeler iktisadi etkenleri gereğinden fazla abartmamak gerektiğini, bunların, diğer alanlarda özensizliğe düşülmesi, eşitlik ve adalet duygusunun zedelenmesi halinde yeterli güvenceler oluşturmadığını; ulusal sorunun, tarihsel haksızlıkları ve ”içe atma”ları eninde sonunda kusan bir direngenliğe sahip olduğunu göstermiyor mu?

Tespit ettiğim eksikliklerin ikincisine geçiyorum: Birincisiyle bağıntılı fakat bazı bakımlardan daha önemli… Çünkü sözünü edeceğim konuda bir perspektife sahip olmazsak ilerde kendi elimizi kolumuzu bağlayabiliriz. Şu ”ortak örgütlenme” sorunudur sözünü edeceğim konu. Kürdistan’da giderek bütün siyasal, toplumsal ve mesleki örgütler ulusal bir muhteva kazanacaklardır; bu, sendikalara da yansıyabilir. Oluşmuş ortak örgütlenmeleri ve ilişki biçimlerini sarsıp, bu ortaklığın yeniden ve başka biçimlerde kurulması gerekebilir. Bir fantaziden bahsetmiyorum, bunun işaretleri var. Peki biz böyle bir gelişme karşısında ne yapacağız? Olayı ”milliyetçilik, ayrılma ve emekçilerin gücünü bölme” olarak mı niteleyeceğiz? Bir anlamda bu, ayrılmadır. Çünkü emekçi sınıfları da dahil, ezilen ulus kendini kristalize etmekte, derlemekte ve bu yolla egemen bir ulus olacak şekilde kendini örgütlemektedir. Ama bu, ortak örgütlenmenin ve mücadelenin önünde, barındırabileceği milliyetçi savrulmalar dışında, bizatihi bu gelişmenin doğasından ileri gelen engeller oluşturmaz; sadece yeni ilişki ve ortaklık biçimleri talep eder. Biz bu noktaya teorik olarak 81-82’lerde ulaşmıştık.

Üçüncü eksiklik PKK’nin sürdürdüğü silahlı mücadelenin değerlendirilişinde kendisini açığa vuruyor. Gerçi zaman içinde giderek değişmeye başlayan bir değerlendirme var ama ana tema değişmiyor: ”Biz bu işin tutmayacağını ve sonunun hüsran olacağını söylemiştik!”… Ben bu yaklaşımın eksik olduğu, olguyu doğru tanımlamadığı ve gerçeğe sadakat kriterlerinden sapılıp ne olursa olsun ”yanılmama” üstünlüğünü elde bulundurmayı isteyen bir kendine yontma tutumu olduğu kanısındayım. Ben şu anda bu mücadelenin eğrileri doğruları üzerinde durmuyorum. Bundan daha önemli bir şey var: siyasette kendini aldatmanın ve gerçeğe soğukkanlılıkla dosdoğru bakmamanın sonu hüsrandır. Çünkü en olumsuz koşullarda silahlı mücadelede beş yıllık bir süreklilik kurmak başarısızlık değildir. Hiç kimse bu denli bir süreklilik ve muazzam kayıpları telafi edecek bir kendini yenileme beklemiyordu. Bu, birincisi. Her ne kadar öyle bir olasılık yoksa da bundan böyle bu mücadelenin bitirildiğini varsaysak bile, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini yeni bir aşamaya sıçratma rolünü tarih bu mücadelenin hanesine yazacaktır; bu, ikincisi. Böyle bir yaklaşım bizi bu deneyi doğru dürüst incelemekten ve damıtılmış sonuçlar çıkarmaktan alıkor; bu, üçüncüsü. PKK pratiğinden, hem pozitif yanları hem de volantirist sapmalarıyla, öznel koşullar / nesnel koşullar diyalektiğine dair dikkate değer sonuçlar çıkaramayız; bu, dördüncüsü.

Dördüncü eksiklik, ”Kürdistan’da temel mihrakların şekillendiği; burjuvazinin ve küçük burjuvazinin radikal (PKK) ve reformist (TEWGER) kanatlarının Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini başarıya götüremeyeceğinin açığa çıktığı; sıranın bize geldiği” şeklindeki değerlendirmedir. Ben biraz daha mütevazi olmayı öneriyorum (iddiasız olmayı değil): başkalarının başarısızlığı ne zamandan beri bizim başarılı olacağımızın kanıtı olabiliyor? KKP’nin Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde iz bırakma, bir faktör olma durumu henüz oldukça sınırlıdır. Öncülük meselesinin ise henüz çok uzağındayız. Bir kaç kez rastladığım ”KKP’lilerin [mahkeme] savunmaları, burjuvazi karşısındaki tavırları” gibi aşırı övüngenlikleri de doğrusu pek anlamıyorum. Bu, biraz mücadele değerleri açısından yoksulluk çekmemizin mi bir göstergesi acaba? (Sırası gelmişken belirteyim. Ben bu mücadelenin bir ruhla, bir gelenekle yürüdüğünü, gelenek yaratıp korumanın çok önemli olduğunu, giderek daha iyi anladım. Mücadele güzellemelerine, bunların yeni kuşaklara akıtılmasına ihtiyacımız vardır. Ama en az bunun kadar gerçekçiliği önemsiyorum ve daha çok geçmişle avunmaya dayanan temelsiz ajitasyona karşıyım.)

Beşinci eksiklik, Behram Arda’nın yakındığı bazı toptancı değerlendirmelerdir. Siyasal açıdan Kürdistan’da yaşanan sürecin aşırı ölçüde donuk ve şematik tasviridir. Bu bana kolaycılık gibi geliyor. Kürdistan’da komunist bir mihrakı güçlendirmek açısından ileride bazı cesur kararlar almamız, bazı riskli operasyonlara girmemiz gerekebilir. Oysa sürecin özgünlüğünü görmeyen, kaymaları, ileri sıçramaları, geriye düşmeleri hesaba katmayan şematik yaklaşımlar elimizi kolumuzu bağlar ve bizi yapmamız gerekenlerden alıkoyabilir. Bir kere şu anda Kürdistan’da eskiden sosyalizme özenenlerin şimdi yurtseverleşmesi gibi özgün bir süreç yaşanıyor. Buna direnenlere belli bir değer vermek gerekiyor.

”Ulusal dar görüşlülükle malul” olmasına karşın PEŞENG içinde B. Arda’nın temsil ettiği eğilim böyle bir eğilimdir. Böylelerini kendi zeminimizde saymakta ben bir mahzur görmüyorum. Ulusal dargörüşlülük, ezilen uluslar içinde her zaman yeşerebilecek bir eğilimdir. Bu cümleden olmak üzere B. Arda ile sürdürülen polemiği pek onaylamadığımı belirteyim. Bizim derdimiz şu saatten sonra sadece muhataplarımızın açıklarını yakalamak, sırtlarını yere getirmek ve bundan bir haz, bir hoşnutluk duymak, esrimelere kapılmak değildir, olmamalıdır. Siyaset yapma sanatını dışımızdaki bazı süreçleri derinden derine ve içten etkileme düzeyine yükseltmek; olgun ve kendinden emin ama aynı zamanda genellikten kurtarılmış bir özgülleştirme düzeyinde teorik ve pratik belirleyicilik oluşturmak durumundayız.

Son sorun PKK’ye karşı tavır sorunudur. Bu konuda boşluk, belirsizlik ve zikzak var. Kesinlik eksikliği bizi çoğu kez imalı politika yapmaya itiyor. Söz gelimi bir yandan Kürdistan’da yükselen mücadeleden söz ediyoruz ama öte yandan en azından şimdiki kesitte bu mücadelede en fazla paya sahip özne olan PKK’yi zikretmemeye özen gösteriyoruz. Öte yandan, bizim PKK’yi kendi pozisyonumuzdan eleştiriye tabi tutmamız ayrı bir şeydir, devlet karşısında tarihsel – toplumsal meşruiyeti bulunan ezilen ulus haklarını şiar edinen bir mücadeleyi, ortak düşmana yönelmiş her devrimci – demokratik dinamiği belli rezervlerle desteklememiz ayrı bir şey. Bu ikisi biribirine karıştırılmamalıdır.

Tartışılmak ve geliştirilmek üzere PKK’ye karşı şöyle bir tavır öneriyorum:

1- Solda kendi dışındaki güçleri statik etiketlerle değerlendirme alışkanlığı vardır. Bu yaklaşımın genelde taşıdığı eksiklik bir yana, savrulmalara ve etkilenmelere açık oluşu, ideolojik – politik hattındaki belirsizlikler, ileriye ve geriye çekici faktörlerin giriftliği vb. nedenlerle PKK için özellikle geçersizdir.

2- Solda bir PKK sendromu veya kompleksi oluştu. Bu, bizden kesin olarak uzak durmalıdır. TKP-B ile ACİL’in durumuna bakın… PKK açısından onlar yedeklenecek, zaman zaman görüntüyü kurtarmakta işe yarayacak güçlerdir. Bunu aşan bir yaklaşımın olduğunu sanmıyorum. Şimdi de ”huzura çıkma” modası başladı. Yanlış anlaşılmasın, Türk aydınının belli önyargılardan sıyrılması elbette kayda değer önemli bir gelişmedir. Ama bunun içinde bir zaafı da hemen saptamak gerekiyor: ”Güce tapınma” eğilimi! Görebildiğim kadarıyla hesabını kitabını bilerek ilişkiler geliştiren bir tek Perinçek’tir. ( Hesaplarını – kitaplarını onayladığımdan değil, farkı anlatmak için söylüyorum. Perinçek’i hafife almamak gerekiyor.)

Abdullah Öcalan’ın zaten belli bir narsizmi var, umarım huzura çıkanlar adamakıllı baştan çıkarmazlar. İşte bu hava bize kesinlikle bulaşmamalıdır. Bize gerekli olan ilkeli ve sağlam bir yaklaşımdır.

3- ”Sezar’ın hakkı Sezar’a!” Tarihsel bir perspektiften bakıldığında PKK, yalnız Kürdistan bakımından değil, Türkiye bakımından da olumlu bir rol oynamıştır. Beğenelim, beğenmeyelim pratiği ve ideolojik saldırılarıyla ”Türk solu”nu tahrik etmiş, kamçılamıştır. Batı’ya taşınan yaralı ve ölülerle, binlerce er ve erbaşın yaşayıp gördükleriyle Kürt sorununu Türk halkının da gözüne çakmıştır. Türk ordusu etrafında oluşmuş mitosun yıkılmasına
katkıda bulunmuştur. Darbecilerin burunlarından kıl aldırmayan kasılmalarını, kurum satmalarını sarsmış, onları belli ölçüde madara etmiştir. 12 Eylül koşullarında solda çok daha güçlü bir sağ kırılmanın engellenmesine katkıda bulunmuştur, vb. (Bütün bunları 84 çıkışı ve sonrası için söylüyorum ve bütün bunları bir yerlerde yazmamız gerekmiyor.)

4- Bununla birlikte bizim PKK deneyiminden öğreneceklerimiz vardır, ama doğrudan PKK’nin kendisinden, onun eleştirilerini, yazıp çizdiklerini, kendisi ve sol hakkındaki değerlendirmelerini baz alarak, iktibas ederek öğreneceğimiz pek fazla bir şey yoktur. (PKK kendi pratiğini bile anlamlı teorik ifadelere kavuşturamıyor. Yer yer tam anlamıyla şekilsiz ve her yöne çekiştirilebilir düşünce çabalarıyla karşılaşmak mümkün oluyor.) Tam tersine PKK’nin devrimci işçi hareketinden gelecek rüzgarlara şiddetle ihtiyacı vardır.

5- PKK ezilen ulus koşullarının biçimlendirdiği devrimci – demokrat bir partidir. Artık kalıcı bir olgudur. Ancak ne yöne evrileceği belli değildir. Birincisi, pratik radikalizmine denk düşen bir ideolojik radikalizmden yoksundur. Sosyalizm perspektifi PKK literatüründe giderek azalan bir yer tutuyor. Köylülük ve esnaf tabakaları üzerine oturmayan ideolojik sisteminde ve mesajlarında buna uygun tadilatlar yapmaya, dini literatürü artan ölçüde kullanmaya ve pratikte kendisini mezhepsel tercihlere itecek tahliller yapmaya başlıyor. PKK bir yanıyla EL – FETİH’leşmeye başlıyor. Öte yandan demokratik taleplere dayalı bir pratik radikalizmin içinin boşaltılması tehlikesi her zaman vardır.

Bu kadarı yetmiyor. PKK’nin bazı karakteristik yanları daha vardır. Bunlarsız PKK eksik tanımlanmış olur. İlk önce olumsuzlarını sıralıyorum:

a) Fazla liberal düşünmeden ve mücadelesinin sertliğinin yol açtığı iklimi hesaba katıp gerekli indirimleri yaptıktan sonra şunu söylemek mümkündür: PKK volantarist bir harekettir. [PKK’de] özne ile nesne arasındaki ilişki dışsal, tek yanlı, empozeye dayanan bir ilişkidir. Özne ile nesne arasındaki diyalektik ilişki, süreçleri içerden etkileme ve değiştirirken değişme anlayışına dayalı bir özne/nesne ilişkisi PKK’ye yabancıdır. Bundan ve Kürt halkının en ham kinlerini temsil etmesinden dolayı şiddete tapınmaktadır. Şiddet en etkili, sarsıcı ve yoğurucu dışsal müdahale biçimidir. Bu yaklaşımı sanıyorum kitlelerle, diğer siyasi güçlerle ve iç muhalefetle ilişkilerinde de kendisini açığa vuruyor ve uzaklaştı sandığımız bir anda ”huylu huyundan vaz geçmez” sözünü haklı çıkaracak yeni nüksetmelerle karşılaşıyorsunuz.

b) PKK aşırı ölçüde pragmatiktir. Bu pragmatizme ”taktik ilişkilerle stratejik ilişkilerin birbirinden ayrılması” tarzında bir kılıf geçirilmektedir. Baştan var olan bu karakteristik, geleneksel güçlerin alanına daha fazla girişle ve Ortadoğu politikasının denklemlerine daha fazla bulaşmayla birleşince son derece ilkesiz tutumlarla karşılaşmamız mümkündür. Hele bir de Irak’la ilişkiler geliştirmeye başlamışsa (bunun doğru olup olmadığını kesin olarak bilmiyorum) batağa doğru kaymaya başlıyor demektir.

c) PKK’de nesnel olarak mücadeleye zarar vermek ve bir sapma içinde olmakla, doğrudan doğruya ajan olmak arasındaki sınır her zaman muğlak hale gelebilir.

d) PKK’de ”kişiye tapınma” saçmalık noktasına ulaşmaya başlamıştır. Dini literatür de artık pervasızca kullanılmaya başlandığına göre Abdullah Öcalan’ın etrafında bir hale örmenin, ”şaşmaz ileri görüşlülük” ve ”ilahi melekeler” vehmetmenin önünde hiç bir engel kalmıyor.

e) PKK, sınıfsal temaları büsbütün geri plana atmaya başlamıştır. Ulusal özelliklerin belli bir saflıkla korunduğu yerler ve toplumsal tabakalar tercihleri oluyor. Salt ulusal temalarla harekete geçiremediklerine bir kulp bulmakta tereddüt etmiyorlar. (Tunceli ve Alevilik tahlilleri, Kürt aydınlarına bakış vb.).

Bir sorun daha var. Fakat ben onu tek başına bir olumsuzluk olarak görmüyorum. Bu yüzden olumlu özelliklerini sıraladıktan sonra ayrıca zikredeceğim. Olumlu yanlarını şöyle sıralayabilirim:

a) Yukardaki ”volantarizm” rezervini hatırda tutmak kaydıyla PKK nesnelliğe teslim olmayan bir güçtür. Siyasal cesarete sahiptir ve şimdiye dek son derece umutsuz durumlardan ustalıkla sıyrılmasını başarmıştır.

b) Yoğun deneyim biriktirmiş ve son derece güç şartlarda mücadele etmenin sonucu belli bir çelikleşme sağlamıştır.

c) Bazen pratikten hızla öğrenebilmekte ve kendi boşluklarını görebilmektedir.

d) PKK, Kürt kadınını özgürleştirmek açısından olumlu ve ileri örnekler sergilemiştir.

Tek başına olumsuzluk olarak addedilmemesi gereken soruna gelince: PKK, net bir hatta sahip değildir ve söz uygunsa işler çatallaşmaya başladığı için şimdi en kritik dönemini ve görünenin aksine gücünün maksimuma eriştiği bir kerteden geriye sayma dönemine geçiş ve bunalım tehlikesini barındıran bir konjonktürü yaşıyor. Ara formülleri reddedip bağımsızlık peşinde mi koşacaktır; emperyalizmin bu sorunu sistem içinde çözme yeltenişlerine karşı direnecek midir, yoksa kendi mücadelesinin meyvelerini başkaları devşirmesin diye o kulvara da mı girecektir; Türk devletiyle pazarlığa girmeye mi, yoksa Türk solu ile ittifaka mı ağırlık verecektir; Kürt solu içinde tutarlı bir ittifak siyaseti mi izleyecektir, yoksa sorunun her türlü çözümünde muhatap alınacak tek alternatif olmak için onları saf dışı etmeye mi yönelecektir (şu herkese bir ucundan bulaştırılmaya çalışılan ajanlık suçlamalarını bu açıdan da irdelemekte yarar vardır); Kürdistan’ın genelini hesaba katan bir stratejiye mi yönelecektir, yoksa Türkiye Kürdistanı ve Türkiye’yi baz alan bir çizgiye mi gidecektir; hatta yalnızca ”Kürdistan siyaseti ” mi olacaktır, yoksa Türkiye’ye de el atacak mıdır?… Bütün bunlar tam bir belirsizlik içindedir. Gelişmelere göre gerçekliğe dönüşmesi mümkün her olasılığa oynama imkanlarını elde tutmak istiyor. Bunun bir parti açısından olumsuzluk olan yanı bellidir. Olumlu yanı ise Türkiye soluna nereye kadar olur bilinmez ama, PKK’yi etkileme imkanları sunmasıdır.

Son bir noktayı vurgulayarak bu bahsi kapatıyorum: PKK ve A. Öcalan işlerini son derece ciddiye almaktadırlar. Önderlik, tutkusuz ve hırssız olmuyor. (Narsizm ve kariyerizm bunun zorunlu ve kaçınılmaz bir uzantısı değildir.) Bu, ders çıkarmaya değer bir yandır. Sonuç olarak PKK’ye karşı hiç değişmeyen, yerleşik bir tutumdan söz edilemez. PKK’nin durumuna göre değişik yanların ön plana çıkması söz konusu olabilir. Ancak şimdiki şartlarda egemen sınıflar karşısında PKK’nin sürdürdüğü silahlı mücadeleyi desteklemeliyiz. Silahlı mücadelenin provakatif çarpılmalara uğraması ve at izi ile it izinin biribirine karışmasına yol açması dahil, PKK’nin olumsuzluklarının nüksettiği her durumda eleştirel tutum almalıyız.

KÜRDİSTAN’DA OLUŞAN YENİ DURUM

Bu başlık altında Kürt sorununun geldiği yeni düzeye ve oluşan yeni koşullara dair genel bir panorama sunmak istiyorum. Bir tür durum saptaması. Amaç, bu yeni nesnellik içinde nasıl yer tutacağımıza ilişkin belirli ip uçlarını yakalamaya çalışmaktır. Mevcut durum, temel çizgileri ve bunların muhtemel gelişme dinamikleri bakımından şöyle resmedilebilir:

1- Kürt sorunu, daha önceleri erişemediği bir önem ve ağırlıkla, kendine uluslararası gündemde yer açmıştır. Belirli iniş çıkışlar olabilir. Ancak, kendini dünyanın gözüne batırmaktan aciz, bunun için gerekli enerji ve atılımı bulamayan, ya da varlığını vurgulamak için Mahabat Cumhuriyeti dönemi veya İran-Irak savaşının elverişli konjonktürü gibi soluk alıp verebileceği tarihsel fırsatları bekleyen bir ulusal sorun durumuna bir daha düşürülemez.

2- Türkiye Kürdistan’ı biraz gecikmiş biçimde de olsa, coğrafya ve nüfus büyüklüğünün, kapitalist gelişme düzeyinin gerektirdiği yere oturmaya, en ileri ve en çok etki gücü bulunan parça olarak temayüz etmeye başlamıştır. Bu durum, parçaların misyonlarında meydana gelen dönemsel bir kaymanın ürünü değildir. Giderek daha da belirginleşecek olan kalımlı bir gelişmedir. Bugüne dek, bütün geriliğine karşın, sönmeyen bir ateş olarak tarihsel taşıyıcılık ve süreklilik rolü Irak Kürdistanı tarafından omuzlanmıştı. Bu rol, Güney Kürdistan’ın elinden alınmıştır. Çünkü mücadele artık öylesine genelleşmiştir ki, esasen böyle bir role gerek kalmamıştır.

3- Kürt halkı son on yılda uluslaşma süreci ve bilinci bakımından ciddi bir atılım yapmıştır. Bu sürecin hem bütün Kürdistan’ı kapsayan genel, hem de her parçanın somutunda büründüğü özel çizgileri vardır. Kürt halkını mücadele uluslaştırıyor. Tıpkı başlangıçta sermaye karşısında bir yığın, atomize ve ham bir kütle olan işçilerin, sermayeye karşı birleşme ve mücadele süreci içinde kendilerini bir sınıf olarak kurmalarına benzer bir süreç. Başka türlü de olmaz zaten. Tarihte pek az halkın uluslaşmasının önüne böylesine sayısız engeller dikilmiş, pek az halkın öz dinamikleri böylesine paralize edilmiş, pek az halk bizatihi kendi iç bünyesinden de ileri gelen dağıtıcı ve iğdiş edici etkilere bu oranda maruz kalmış ve yine pek az halk Araplar, Farslar, Türkler gibi güçlü ulusların üçlü dominasyonu altında kalmıştır. Bu halkı sert ve büyük acılarla dolu bir mücadele sarsıp ayağa kaldırabilirdi ve öyle de oluyor. Kürtlerin ulusal bilincinin biribirini bütünleyen iki yanı vardır: Tarih bilinci ve mücadele… Geçmiş tarih yetmez; bu tarih kısmidir. Şimdi mücadele tarihi, ortak bir tarihin ve tarih bilincinin vaz geçilmez koşulu oluyor.

4- Uluslaşma süreci en şaşırtıcı hızı Türkiye Kürdistanı’nda katetmiştir. Tarih öcünü alacak, acımasız inkar ve asimilasyon sürecine tersten ödünleyecek gibi gözüküyor. Asimilasyon çarkı eliyle eritildi, ya da ulusal bilinci adamakıllı peltemsi hale getirildi sanılan bir halk şaşırtıcı bir hızla ve keskin çizgilerle kristalize olmaya başlıyor. Bir ulusal kimlik, kişilik, kararlılık (stabilite), tarih bilinci kazanıyor. Bundan böyle hiç bir güç bu süreci tersine çeviremez. Kürtler bir şeylerin hazzına, gururuna ve öz güvenine kavuşmaya başlıyorlar. Her şeyin başlangıcının aşırılıklarla malul olması normaldir. Şu tarihsel kesitte milliyetçi eğilimlerin güç kazanması beklenebilir. Sürecin özgüllüğünü kavrayacak, anlayışla, özenle, zaman içinde güven telkin edecek pratiklerle ve aşırılıkları törpüleyecek taktiklerle yaklaşmak gerekiyor.

5- Emperyalizm bu kez elini çabuk tutuyor. Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle baştan çok yönlü bağlantılar ve etkileme kanalları kurmaya, onu belirlemeye ve sistem içi çözüm çerçevesine kıstırmaya çalışıyor. Şimdilik Kürt hareketinin buna karşı etkili bir direniş gösterdiği, bu belirlenmeyi imkansız kılacak sigortalara sahip olduğu söylenemez. Tam tersine Avrupa ve ABD’ye karşı giderek artan bir ”muhabbet”in yanısıra Marksizm, sınıf partisi vb. gibi iddiaların terk edilmesine dayanan ”salt yurtsever”leşme eğilimi gözleniyor. Paris Konferansı yerleşik referanslara, toplumsal kurtuluş projesiyle payandalanmış güvencelere ve kollektif organizasyonlar yaratma becerisine sahip olmayan Kürt hareketinin dış müdahaleleri ve yönlendirmeleri kendi eliyle davet edişinin içler acısı bir tablosunu sergilemiştir.

Görünen odur ki, Kürtler adına uluslararası platforma çıkan güçler arasında PKK, emperyalist kuşatma ve belirlemeye karşı direnen tek güçtür. Ancak bu direniş pek çok açıdan zaaflıdır. (Yukarda bu zaaflara değinildi.) Ayrıca şimdiki durumda PKK, ideolojik yapısıyla, perspektifleriyle, ilişkileriyle bu ablukayı göğüsleyebilecek bir güç, söz uygunsa yenilip yutulmayacak bir lokma değildir. Sosyalizm perspektifiyle donanmamış hiç bir güç bunu başaramaz, Kürt halkını ciddi kapışmalara, hatta bağımsızlığa ikna edemez.

Kürt hareketi bu kuşatmayı ancak Türkiye devrimci hareketinden güç alarak yırtabilir. Türkiye’de devrimci işçi hareketi yeterli derinlikte ve etki yayan bir güç ve Kürt hareketinin bakışını kendine çevirecek bir kuvvet olarak kendini vurgulamakta gecikirse her iki taraf da telafisi imkansız olmasa da bazı tarihsel fırsatların uzağına düşebilirler.

Temsil sorunu, uluslararası platforma çıkmış güçler arasında pek çok zamansız bir hesaplaşmaya yol açabilir. Şimdiki koşullarda bürünümü ne olursa olsun, bu, emperyalizmin ”yenileme” politikasına paça kaptırmaktır.

6- Türkiye Kürdistanı’nda da mücadelenin öne çıkan unsuru köylüler ve ”Kürt Bazarı”dır. PKK hem giderek bu güçler üzerine oturuyor, hem de bu tabakalardan gelecek etkilere açık hale geliyor. Baskın küçük burjuva hava ve ton, şu anda zaten yeterince bağımsız siyasi hattın geleneğine sahip olmayan, Kürdistan işçi sınıfını boğuyor. Mücadelenin bileşkesi içinde proleter ton, vurgu, hava, tarz… bir bileşen olarak hayli zayıftır. Bizim görevimiz bu bileşeni güçlendirmek ve giderek başat hale getirmektir.

7- Genel olarak Türkiye’ye, özel olarak Türkiye Kürdistanı’na ”eşitsiz gelişim yasası” ışığında bakmanın sayısız yararı vardır. O zaman şunları daha net görürüz: Çözümü gecikmiş sorun en köktenci çözümlerin ve bunun en modern sınıf eliyle yapılmasının imkanlarını sunar. Ulusal sorun demokratik bir sorundur. Kapitalizm sınırları içinde tam, tutarlı ve adil çözümü mümkün değildir, ama bu demokratik istem etrafında oluşmuş gerilimin içinin bir hayli boşaltılması mümkündür. Ama bazen gecikme bunu da imkansız hale getirebilir; demokratik istemleri güçlü kaldıraçlar olarak sosyalizme angaje etme şansı doğar. Türkiye Kürdistanı bakımından bu şans vardır. T. Kürdistanı açısından bu şansı güçlendiren iki faktör daha vardır:

a) Türk burjuvazisinin ideolojik ve siyasal açıdan bu sorundaki esneksizliği, tarihsel olarak oluşmuş katılık ve bunun karşısında Kürt sorununun cumhuriyetin kurulu dengelerini alt-üst eden bir nitelik taşıması… İspanya’nın BASK sorunu karşısında takındığı tutum bir yana, Türk egemen sınıfları bu sorunda bir Saddam kadar, bir İran kadar bile rahatlığa, manevra yeteneğine sahip değildir. Bir liberal gibi değil de devrimci tarzda muhakeme yürütülürse burjuvazinin tarihsel olarak oluşmuş ayak bağları, bizim için pozitif bir değer taşıyabilir.

b) Bu sorunun tazyikini hafifletmek için, öyle korucu örgütlenmesiyle, aşiretlerden medet umma ile değil, ulusal sorunun çözüm varyantları üzerinde Kürt halkını sınıfsal olarak bölebilmek gerekir. Türk burjuvazisinin bu amacına nail olması için, Kürt burjuvazisine kendi ulusal platformunda ve ulusal çelişme bazında hegemonya kurabileceği kanalları açması gerekirdi. Şimdi değil, daha önceden, şimdi korku bacayı sarmıştır; aşağıdan gelen tehdit var; sorun silahla ortaya konmuştur ve bundan ötürü SHP milletvekillerine bile tahammül edemiyorlar. Kimse bu sorun kendi üstüne kalsın istemiyor, – SHP biraz da bu yüzden ”konferansçı” milletvekillerini ihraç etti -, öte yandan ulusal kimlik altında bir organizasyona sahip olmayan, teslim bayrağını erkenden çekmiş ve ulusal sorunun taşıyıcısı olarak bir hegemonyaya sahip olmayan Kürt burjuvazisinin, bundan sonra kanallar açılsa da, işi zordur. Oysa İspanya BASK’ta bu sınıfsal bölünmeyi gerçekleştirdi ve ETA’yı resmen kıstırdı.

İşte ”eşitsiz gelişme yasası”ndan Kürdistan’a bakıldığında bunları görmek mümkündür. Bu sorunda emperyalizmle TC arasında ortaya çıkan çelişmenin asıl kaynağı da budur. Bununla imkanları anlatmak istiyorum. İmkanlar, kendi başlarına gerçeklik haline gelmezler. Türk burjuvazisi bu sorunda kılını bile kıpırdatamaz demek istiyorum [istemiyorum -s.e.]. Açmaza alınabilir, iş işten geçtikten sonra bir şeyler yapmaya kalkıştığında da artık çok geç olabilir. Şimdi Türk burjuvazisinin açığını emperyalizm kapatmaya çalışıyor.

8- Türkiye ve Kürdistan arasında bir kıyaslama yapılacak olursa ”mücadelenin eşitsiz gelişmesi” diye bir gerçeği yakalamak mümkündür. Sanıyorum bu durum bazı yoldaşlarımızda ikirciklikler, duraksamalar yaratıyor: ”Ortak mücadele ve örgütlenme tezi” sarsılıyor ve dayanaklarını yitiriyor mu?

Bu sorun önemli… Sağlam bir perspektif kazandırılmazsa önümüzdeki sürecin kuşkular üretmesi ve bu tarz soruları çağrıştırması mümkün. Ben böyle kuşkulara katılmıyorum. Hatta sürecin bu tezi güçlendirdiğini düşünüyorum. Bununla birlikte bu tarz soruların haklı sebepleri vardır. Açmaya ve yanıtlamaya çalışacağım:

a) Siyasal plandaki eşitsiz gelişme PKK mücadelesinden, bu mücadelenin dolaylı ürünlerinden ve devletin Kürdistan’da meşruiyet dayanaklarını Türkiye’ye kıyasla büyük ölçüde yitirmesinden ve önceden sağladığı belli bir ”pasif onay”ın hızla erimesinden ileri geliyor. ( Doğrudan PKK mücadelesi ile bu mücadelenin dolaylı ürünlerini birbirinden ayırmak gerekiyor. PKK bu ürünleri derliyemiyor, teknik eksikliklerinden değil, yapısal nedenlerden ötürü.)

Her şeyden önce, söylendiği gibi, ”toplumsal devrim tek boyutlu bir eylem değildir.” Kimse onu düzenli bir yürüyüş gibi tahayyül etmesin. Devrim süreci, pek çok açıdan, çarpıcı eşitsizlikler, oransızlıklar sergiler; durmadan bunların giderilmesine ve senkronize edilmesine dair görevleri öne çıkarır. Ulusal farklılıklar bir yana; buna 12 Eylül öncesinden bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de 12 Eylül öncesinde, polis, oldukça erken, üzerinde toplumsal kalkışmaların dıştan sert fizik baskısı yeterince yokken bölündü. Türkiye’de bu bölünmeyi değerlendirebilecek hiç bir siyasal hareket yoktu.

b) Ayrıca şu anda Türkiye ile Kürdistan arasında oluşmuş bu eşitsizliğin süregen olduğunu sanmıyorum ve bunun zaman içinde bazı bakımlardan tersine döneceğini düşünüyorum.

Tereddüt uyandıran bir başka gelişme Kürt halkının her alanda kendi öz dinamiklerini açığa vurmaya, kendisini örgütlemeye ve kurmaya başlamasıdır. Eksiklikleri sayarken en başta buna da işaret ettim. Yüzeysel bakıldığında bu gelişme Kürdistan’da mücadelenin Türkiye’den kopuşarak ve Türkiye ile ilişkisini salt destek ve dayanışma ile sınırlayarak kendi bağımsız yolunu izlemeye başladığı şeklinde bir yanılsama yaratıyor. Kürdistan’daki toplumsal, siyasal, mesleki ve kültürel örgütlülüğün giderek Türkiye’dekilerin bir uzantısı olmaktan çıkacağını, ulusal bir ton kazanacağını dikkate almayanlar Kürdistan’da bir varlık olamazlar veya silinirler. (Behram Arda’nın uyarısını bu şekilde okumakta fayda vardır.) Tekrar edeyim, bu gelişme ortak mücadele ve örgütlenmenin giderek geçersizleştiği anlamına gelmez. Bundan iki sonuç çıkar: a) Kürdistan ortak devrim dinamiklerinin yanısıra kendi spesifik koşullarının gerektirdiği bir devrime de artan ölçüde kavuşacaktır; b) Ortak mücadele ve örgütlenme yeni biçimler üzerinde, daha eşit ve kendi somutuna göre kişilik kazanmış yapılar üzerinde gerçekleşecektir. Burada olmuş-bitmiş bir gelişmeden söz edilmiyor. Şimdiden epeyce belirtisi olan bu oluşumun ileriye dönük bir projeksiyonu verilmek isteniyor.

Devam edeyim. En temelde sorun, birleşik devrim perspektifi sorunudur. Ortak mücadele ve örgütlenmede ısrar, bunun bir sonucudur. Burada uzun boylu kanıtlamaya gerek duymadığım bir çıplak gerçeği ifade etmek istiyorum: Kürdistan’da herhangi bir parçanın yalıtık kurtuluşu imkansızdır. Yalıtıklığı hem Kürdistan’ın genelinden, hem de ilgili ezen ulustan bağımsız bir süreç anlamında kullanıyorum. Dolayısıyla sorun şundan ibarettir: Ya Kürdistan devrimi giderek toptan kurtuluşu mümkün kılacak ve bütün parçaları kapsayan daha derin dinamiklere dayanmaya, kendi iç örüsünü ve pekişikliğini, ezen uluslarla ilişkileri destek-dayanışma işlevi ile sınırlayacak oranda, kurmaya başlamaktadır; ya da gelişme bu doğrultuda değilse ezen ulus devrimci-demokratik hareketiyle mümkün olan en yakın kader ortaklığı yapacaklardır.

Olan ve kendisini dayatan ikincisidir. Kuşkusuz birincisi yönünde de gelişmeler vardır, ama bunlara izafe edilebilecek anlam farklıdır. İran-Irak savaşının yarattığı elverişli konjonktür sona ermiştir.Dolayısıyla ikinci yan zorunluluk düzeyinde kendi vurgusunu yeniden yapmaktadır. Kaldı ki, Kürt sorununa taraf devletlerin, geneli kapsayan bir tehlike görmedikleri, bu sorunu birbirlerine karşı kullanmalarından da bellidir. Ayrıca şu ana dek hiç bir siyasal örgüt ya da parti bütün Kürdistan’ı kapsayacak bir ülkeselleşme temayülü göstermiyor. Ters yönde gelşme oluyor. Öğrendiğim kadarıyla KOMALA kendisini İran Komünist Partisi ilan etmiş durumda. PKK’de ”el atmışken şu Türkiye’nin de siyasal önderlik sorununu halletsek mi” türünden niyet eksersizleri sezmek mümkün A. Öcalan şimdilik, ”Türk halkına duydukları saygı ve eninde sonunda kendi temsilcilerini ortaya çıkaracağına olan inançları nedeniyle bunu yapmadıklarını” ima etmektedir. Bütün bunları söyleten ve yaptıran bir nesnellik ve grift ilişkiler yumağı var.

Ayrıca bugün ortak mücadele kanalları ve muharrikleri iş görmüyor mu acaba? Bir kaçını hemen sayayım: Öğrenci hareketi, işçi hareketi, insan hakları hareketi, cezaevleri mücadelesi ve mahkumlarla dayanışma hareketi vb. ortak mücadelenin gerçek temeli budur işte: ortak saikler ve motifler etrafında birlikte hareketlenme. Bunun yeterli kurumsal ifadelere kavuşmaması ayrı bir sorundur.

NE YAPMAMIZ GEREKİYOR?

Bu başlık altında çok somut şeyler, bugünkü pratik çalışma ile hemen, dolaysızca ilişkilendirilebilecek şeyler söylemem mümkün değil. Bunun için gerekli somut bilgilere zaten sahip değilim. Ama öyle çok genel kalmamaya da gayret edeceğim.

1) Şimdiki aşamaya PKK damga vurmuştur. Bu, şu anlama gelir: Başka bir seçeneği öne çıkarmak zaman alacaktır. Ustalık, plan, sebat ve perspektif sağlamlığı gerekiyor.

2) PKK presinden kendini kurtarmayan, oradan gelen etkiyle sürekli perspektif çarpılmasına uğrayan hiç bir hareketin başarı şansı yoktur.

3) PKK’yi izleyen, onun kötü bir karikatürü olur. Ayrıca gerçek ihtiyaç ve eksiklik bu değildir. [Silahlı mücadele, – s.e.] silahlı bir hareketin kendi gelişme çizgisi içinde gelebileceği noktaya gelmiştir. Başka bileşenler ortaya çıkmazsa yozlaşıp güç kaybedebilir. Burjuvazi bir yandan da silahlı kır hareketini belli bir bölgeye kıstırıp, ”lokal iç savaşla yaşama”ya alışma ve onu zaman içinde elimine etme hesapları yapıyor.

4) Biz, radikal kitle mücadelesini yükseltebileceğimiz bazı kanalları ve dinamikleri yakalamadığımız sürece hep bocalayabiliriz. Buna uygun bir planlama ve yoğunlaşmayı hayata geçirmeliyiz. İşçi ve öğrenci yoğunlaşması olan yerler ve özel olarak da Diyarbakır ve gelecekte önemi artacak olan Urfa gibi merkezler için mutlaka etüt düzeyinde somutlaştırılmış çalışma ve örgütlenme planları yapmalıyız.

5) KKP’nin Kürdistan’a, Kürt sorununa ilişkin henüz tamamen aşılmamış yabancılığını gidermek, tam bir kişilik kazanmasını sağlamak ve kendini kabul ettirmek gibi bir sorunu tam olarak çözmüş değiliz. Sorunun çeşitli yönleri vardır: Teorik sorunlar, tarih bilinci eksikliği, Kürdistan’a yeterince nüfuz edilememesi, bağımsız örgütsel yaşam ve gelenek eksikliği, dolaysız pratik tecrübe yetmezliği vb. Nihayet bu sorun bütün bunlarla beraber gelip gelip gelişmelere damga vurma ve kendini seçenek olarak öne sürme becerisine dayanır durur.

6) Bütün bunlar aşılabilir. Ama bence bu işi doğru dürüst kotaracaksak ”sorunu KKP’liler halletsin ve TKEP’e dayanmaktan vazgeçsin, yoksa özgüven gelişmiyor” türünden şimdiki koşulların göreli doğrusunu saçmalığa vardırmamak gerek. Ne yapılabilir?

a) Gerekiyorsa bazı kadro transferleri gerçekleştirilmeli. Evet, bu göreve ve Kürt sorununa büsbütün yabancı kadrolar burada yapamazlar. Ama eğer Kürdistan’da iş görebilecek bazı kadrolarımızda, ”çalışma koşullarının güçlüğü ve riziko yüksekliği” nedeniyle Kürdistan’dan uzak durma eğilimi varsa ve bu eğilime sessiz bir anlaşma ile teslim olunuyorsa durup düşünmek gerekir.

b) Türkiye’nin metropollerindeki Kürt emekçiler ve öğrenciler TKEP’in destek sağlayacağı bir kanaldır. Hem kadro kaynağı olarak, hem kendileri aracılığıyla Kürdistan’da yeni ilişkilere uzanılacak kanallar olarak.

c) Aynısı, Avrupa ve yoğun Kürdistanlı işçi barındıran Arap ülkeleri için geçerlidir.

d) Yurt-dışı parti örgütü Kürt tarihi, dili, kültürü gibi konularda ve Kürdistan’ın genelindeki siyasal gelişmelerin izlenmesi bakımından devamlı destek sağlayabilir.

7) Bazı grup ve eğilimlerle şu anda aramızdaki mesafe ne olursa olsun, bize bakışları ne gibi eksiklikler taşırsa taşısın, uzun vadeli, sabırlı ilişkiler geliştirmeliyiz. Örneğin ben PPKK’den B. Arda’da dışa vuran eğilimi böyle değerlendiriyorum. Hakeza Zeki Atsız grubunu da dikkatle izlememiz gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz sınırlı ve kendi kanallarımıza dayanmayan bilgilerden hareketle bunları söylüyorum.

8) Kürdistan’da Türkiye’ye kıyasla daha ağırlıklı olarak silahlı mücadelenin zeminleri ve meşruiyeti vardır. Kuşkusuz şimdiki şartlarda bütünlüklü bir mücadelenin içinde bir öğe, bir bileşen olarak… Bu sorunun üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor. Çünkü bizim bakımımızdan sorun sadece bir zamanlama sorunu, uygun koşulları seçme sorunu değildir. Bu konuda belli bir hüner biriktirme ve cisimleştirme sorunudur. Üzerinde düşünmeye başladığımızda bu mücadele biçimini nasıl, hangi hedeflere dönük olarak ve siyasal mücadelenin buyruğuna hangi yaklaşımla tabi kılarak uygulayacağımıza ilişkin sorunlar çıkar. Bu sorunları çözmek zorundayız. Ancak, eğer biz radikal kitle mücadelesini yükseltebileceğimiz bazı kanallar açmadan, bu kanalları işlemeden bu yola girersek söz uygunsa çuvallarız. Ayrıca bu, sapma tehlikesini de her zaman barındırır.

9) En genel düzeyde bize bir ”ayaklanma planı” ışık tutmalıdır.

10) Yüksek özveri ile çalışmayan, sadece bir propaganda ve ajitasyon grubu olarak kalanların Kürdistan’da ciddi bir varlık olma şansları yoktur.

Bölüme ait diğer yazılardan!

SEVGİLİ PARTİZANLI YOLDAŞLAR, DEĞERLİ DOSTLAR, GECENİZİ DEVRİMCİ DAYANIŞMAYLA KOMÜNİST RUHLA SELAMLIYORUZ! KKP İsviçre Örgütü

SEVGİLİ PARTİZANLI YOLDAŞLAR, DEĞERLİ DOSTLAR, GECENİZİ DEVRİMCİ DAYANIŞMAYLA KOMÜNİST RUHLA SELAMLIYORUZ! Gece Tertip Komitesine,İnsanlığın geleceği …