DAC’nin Sonu ve Çağ Dönüşümü – Uwe – Jens Heuer, Prof. Dr., Berlin, Hukuk Bilgini
Marxistische Blätter, 5-04, 14. 9. 2004
Çeviri: Samet Erdogdu
Birleşik Devletlerin 1981’den 1989’a kadar Başkanlığını yapan Ronald Reagan, o yılın 5 Haziran’ında öldü. Anti-komünistler 11 Haziran’da cenazesinin kaldırıldığı görkemli devlet töreninde hep bir ağızdan onu, başlattığı aşırı silahlanma politikasıyla Sovyetler Birliği’ni dize getiren ve Soğuk Savaş’tan zaferle çıkan kişi olarak tasvir ederek kendisine methiyeler dizdiler. Almanya’daki politikacıların çoğunluğu ise <
Biz bu iki etaplı oluşumdan yola çıkarak, 1990’dan bu yana tanığı olduğumuz devasa değişimin gerçekçi bir resmini ve böylece, barındırdığı tehlikeleriyle beraber, yeni dönemin doğru bir resmini elde edebilir miyiz? Ben 1989’un güç oranlarını tasvir etmeye ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndeki, DAC’nin kurban edilmesi ile sonuçlanan volkanik değişikliklere ABD ve Sovyetler Birliği’nin adeta çanak tuttuğunu ve daha sonra Federal Almanya Cumhuriyeti’nin onların icrasına aktif olarak katıldığını sergileyen kanıtları dünya-tarihsel çerçeve içerisine yerleştirmeye çalışacağım.
1989 olaylarının çıkış noktası, Avrupa’nın ve bilhassa ABD’nin 1989 ilkbaharında Almanya hakkında izledikleri politikaları değiştirmeleridir. Yeraltından gelen bir homurtu daha o anda hissedilmeye başlamıştı. Philip Jelikow ve Condoleezza Rice ilkbaharda Polonya’da başlayan ikili iktidarı bir ABD yardım paketiyle derhal ödüllendirmek suretiyle, siyasi gidişatın yönünü net biçimde tayin ediyorlardı.(2) Eski CIA başkan yardımcısı, yeni ABD büyükelçisi Vernon A. Walters, Nisan 1989’da Wolfgang Schäuble’yi ilk ziyaretinde, iki Almanya’nın yeniden birleşmesinin yakın olduğunu söylüyordu. Bu kanaatini ise Gorbaçov’un <
Bu yaklaşım 30 Mayıs 1989’da Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde NATO konsepti haline getirildi. Nato, Berlin’i özgür ve müreffeh kılma hedefinin kendi sorumlulukları arasında bulunduğunu vurguluyordu: <<Şehiri ikiye bölen duvar, Avrupa'nın bölünmüşlüğünü sembolize eden kabul edilemez bir şeydir.>>(5)
ABD’nin bu keskin dönüşü Sovyet politikasınının yeni bir rotaya yönelmesi ile paralel bir seyir izlemişti. Önemli sinyallerden biri, 1986 Sofya Zirvesi’nden itibaren Gorbaçov’un her fırsatta tekrarladığı, her partinin sadece kendinden sorumlu olduğu yolundaki tezleriydi. (Das Geschenk, s. 30.) Sık sık kullanılan <
Her iki süper güç arasında <
Helmut Kohl ile yapılan konuşmaların da aynı minvalde olduğu aşikardır. Kohl’un 24. 10. 1988 Moskova ziyareti hakkında Gorbaçov şunları yazıyor: <
Bu nedenlerden ötürü Federal hükümet DAC’ne yönelik konuştuğu dilin tonunu, en sonunda artık saklanamaz bir destabilizasyona vardıracak ölçüde, aydan aya ve sonra da haftadan haftaya sertleştirdi. Müsteşar Ottfried Hennig 27 Nisan’da <
Hennig kaynayan kazanın ateşini 22 Haziran’da daha da körükledi. Nihayetinde Doğu Avrupa’da <
Kohl artık yedeklerini ileri sürüyordu. 22 Ağustos’ta, <
Bu zaman zarfında Erich Honecker’den, önce Egon Krenz’e, sonra Hans Modrow’a ve daha sonra Lothar de Maiziére’ye iktidar değişiklikleri bir orta yol bulma sonucuna değil, aksine sadece Kohl’un gitgide daha kuvvetli biçimde ön plana çıkmasına yaradı. 19 Kasımda Dresden’deki coşkulu karşılanması esnasında, arkasında duran Seiters’e şöyle diyordu: <
İşler, yeni başbakan Lothar de Maiziére’de bir süreliğine iyi gitti. Schäuble daha sonraları onun <
ABD desteğini arkasına alan Kohl, sallantılı öteki mütteffikleri mümkün olduğu kadar uzunca bir süre kendi gerçek amaçları konusunda karanlıkta bırakacak, Gorbaçov’un içerdeki karşıtlarını vaktinden evvel ürkütmeyecek ve o sıralarda kendisinin yeniden seçilmesinin riske düştüğü yaklaşan seçimleri güvence altına alacak şekilde, SPD’nin dünya politikasında meydana gelmekte olan değişiklikler konusundaki kavrayış eksikliğini kendi lehine kullanabildiği ustalıklı taktikler uyguladı.
1989 yılındaki uluslararası güç oranları ve ABD ve FAC hükümetlerinin ve onların arkasında duran ekonomik güç odaklarının, öbür süper gücü bertaraf etmeyi sağlamak ve daha sonra da değişen durumu alabildiğine lehlerine kullanmak konularındaki aman tanımaz kararlılıklarından çıkan nihai vargı şudur ki 1989/90 yılında demokratik-sosyalist bir DAC için hiç bir şans kalmamıştı. DAC aktörlerinin çoğu bunun ayırdında bile değildi. <<41'inci yılında DAC politikasının işleyişindeki temel facia, etkili politik şahsiyetlerin çoğunluğunun -gerçekliklerin eleştirel bir muhasebesini yapmadaki noksanlıkları da dahil- hiçbir şeyi bilmemeleri ya da daha doğrusu önceden sezememelerinden ileri geliyordu>> (Prokop, S. 164). 4 Kasım gösterisine katılanlarla yapılan bir toplantıda ağır basan görüş, realist bir bakışın önünü kapatan şeyin, daha iyi bir sosyalizm yönünde beslenmekte olan umutlar olduğu yönündeydi.[17] Frank Brunssen yazıyor, <
Erhard Crome, SED-reformcularının 1989 sonundaki çabaları üzerine yaptığı analizinde <
Oysa o zamanki yaklaşımlara ve başka bir gelişim şansı bulunduğu yolundaki değerlendirmelere bakılırsa, doksanlı yıllara giriş çok daha farklı biçimde tezahür etmeliydi. Yepyeni bir durum ortaya çıktığında, bunun önce o an mümkün olabilecek umutlar üzerinden sınanması gayet anlaşılır bir şeydir. Her yıkım, onu gerçekleştirenlerde olduğu kadar, ona sadece tanık olanların çoğunda da umutlar uyandırır. Bu umutların bazılarının, hatta belki de çoğunun illüzyon olduğu daha sonra ortaya çıkar. Son Halk Meclisi’ndeki bir PDS milletvekili olarak ben kendim bile, o zaman olup bitenlerin esasen DAC’nin haklarının savunulmasıyla kesinlikle alakalı olmadığını, tam tersine, gitgide daha büyük ölçüde, müstakbel birleşik Almanya’nın doğu kesimindeki vatandaşların konumlarının ne olacağı üzerine olduğu konusunu anlamamıştım.[22] Ama bugün daha realist bir yaklaşım mümkün ve gereklidir. Bununla birlikte açıktır ki gerek PDS’li, gerekse başka politikacılardan kimilerinin o zamanki kendi illüzyonlarını birer illüzyon olarak kabul etmeleri çok zor. 1995’te bile PDS’in Federal Meclis sözcüsü halen büyük tarihi bir şansın mevcudiyetinden dem vuruyordu: <
O esnada baskın görüş, sözkonusu devrimin yepyeni bir <
Oysa DAC’ndeki kitle hareketi, radikal türden, öyle bir dünyayı-değiştirme olayı gerçekleştiriyordu ki, bu, sonuçta kitlelerin ve onların liderlerinin büyük çoğunluğunun başlangıçtaki niyetlerine tamamen ters yönde olan bir değişimdi. Bu süreç ancak, yönetimin çekirdeği Batı Almanlardan oluşan yeni bir devlet aygıtı yoluyla iktidarın tamamen ele geçirilmesiyle ve para birliğinin gerçekleştirilmesi ve yedieminlik kurumu* teşkili yoluyla meydana getirilen mülkiyet ilişkilerindeki köklü değişimin ardından tamamlandı. Bu sürecin ilk kısmı ikincisinin önkoşuluydu ve sürecin tamamı sosyalist devrim değil, aksine bir kapitalist restorasyondu. Bunun yanısıra, Polonya’da başlayan ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kapanan ve gidişatı her etabında aynı tarzda seyreden kökten dönüşümlerin, tabir caiz ise, can alıcı noktasını ise DAC’ndeki köklü dönüşüm teşkil ediyordu.
DAC’nin yıkılması hususundaki tartışmalarda üzerinde sürekli tartışılan bir nokta da, yıkılma nedenlerinin daha çok içsel mi (yani kendi taksiratlarından mı kaynaklandığı) yoksa dışsal mı olduğudur. Ancak, bu dönüşümü dünya-tarihsel çerçeveye yerleştirdiğimizde bunlar bir anlam taşımaz. Bu çerçevede bizim, her ikisi de hiç kuşkusuz mevcut olan, ihanet-ahmaklık odaklanmasını da gözden kaçırmamamız gerekir. <
Ben, Hobsbawm ile birlikte, bir önceki çağın, onun formüle ettiği biçimiyle, <
Yeni-çağı tanımlayan en gözde kavram, mikroelektronikteki gelişmelerle de bağlantılı olan radikal bilimsel-teknik değişimlerle birlikte sermayenin yeniden üretilmesindeki (Shareholdervalue) değişiklikleri de içermesinden ötürü, Globalleşme kavramıdır. Bu suretle değişimin asıl özü, sermayenin sınırsız hakimiyetinin restorasyonu olgusu, bulanıklaştırılmaktadır. Tabii sözkonusu olan, her ne kadar o zamanki durumla kıyaslanabilecek önemli benzerlikler mevcutsa da, adeta 1914 zamanına dönmek türünden, basit bir geriye doğru tornistan değildir. O, ayrıca, bugünkü problemlere de bir reaksiyondur, bu duruma karşı ortaya çıkan itirazlara, kapitalizmin hakimiyetini muhafaza etmek temelinde, çözüm bulma girişimidir. Gramsci 19’uncu Yüzyıldaki buna benzer süreçler için pasif-devrim kavramını, kârın dokunulmazlığı ilkesi üstüne kurulmuş bir toplumsallaşmadan ileri gelen <
Keza <
O zamandan bu yana 14 yıl geçti; bu arada Yeni Dünya Düzeni radikal biçimde atağa geçti. Yugoslavya’ya karşı 19. 4. 1999’da NATO tarafından başlatılan savaş, ilk âlametti. Bu, 1945’de Birleşmiş Milletler Şartı ile inşa edilen devletlerarası hukuk düzeninin tahrip edilmeye başlaması demekti.[39] Yeni Dünya Düzeni, Amerika’nın kendi ekonomik hakimiyetini politik-askeri olarak daimi teminat altına alma, gitgide artan bir şekilde tartışma gündemi olan bir model olarak eski Roma örneğindeki gibi bir Pax-Amerikana tesisi girişimidir. Tabii bu, 1914 öncesindeki emperyalizmin aynısı değildir. Bu, konzernler (1999’da dünya üzerindeki 200 en büyük konzernin 76’sı Amerikan asıllıydı)[40], finans kapital ve bir tek bir devletin hâkîmiyetinin yeni türden bir kombinasyonudur. Bununla eşzamanlı olarak konzernleri ülkeye yerleştirmek maksadıyla birbirleriyle kıyasıya rekabet eden devletlerin, birer rekabet devletine dönüşmesi yoluyla bir çok devletin egemenlik hakkı, gitgide artan biçimde aşındırılmaktadır.
1916’da, Lenin açısından, birbirleriyle rakip durumda olan İmperiumlar vardı (LeW 39, S. 431 ff.). Bugün ise aksine, ABD emperyalizminin tek başına hegemonya tesis etme yeltenişi sözkonusudur. Önleyici-savaşın[41] meşrulaştırılmasıyla, BM-Şartıyla saptanmış olan devletler hukukunun yerine, ABD’nin hegemonyal çıkarları ikâme edilmektedir. Gerçi bir kaç AB ülkesinin, müşterek bir dış politika ve güvenlik politikası yoluyla uzun vadede kendi başına emperyalist güç konumu kazanma gayretleri -çekirdek Avrupa ya da hiç- vardır. Yeni AB-Anayasası’nın bir fonksiyonu da budur.[42] Son 14 yılda meydana gelen gelişmeler, bugünkü emperyalizmin Birleşik Devletler emperyalizminin hegemonyasınca belirlendiğini, içinde bulunduğumuz dönemde meydana gelen savaşların, tam da bu hegemonyayı görülebilir bir gelecek için teminat altına alma işlevi gördüğünü açık biçimde göstermektedir. Bu, bu amacın mutlaka başarılacağı anlamına gelmez, ancak hedefin bu olduğu gayet açıktır.
Çağın çehresini değiştirmek için, bazı araçlar ya da hele uzun vadede olanaklar elde daha var mıdır; varsa hangi politik güçler bunu yapabilir? Devletin rolü yeniden tanımlanmalıdır. Gelgelelim Marx ve Engels’in devletle ilgili iki tezi, geride bıraktığımız Yüzyıl’daki gelişmeler tarafından, bence çürütülmüştür. Bu tezlerden ilki, proleter devrimin zaferinden zonra devletin sönümlenmeye başlayacağı fikridir (MEW 20, S. 262). Özel mülkiyetin doğurduğu kötülüklerin yerine, devletin aşırı güçlenmesi ile bağlantılı başkaları ortaya çıkmıştı ki; bunları yok etmeksizin devletin lağvedilmesi ufukta bile değildi. Bu bakımdan özünde halk egemenliğinden değil, aksine <
Hem o zamanki, hem bugünkü burjuvazinin kinizmi (Cynicism, Zynismus, Kelbîyye), tam da, kendi yuvalarında mevcut bulunan <
Rusya ve Çin’in gelecekteki tutumları özellikle önem taşıyacaktır. Esas antipot (mütekabil-ül-kadem) muhtemelen Çin olacak. Sosyalist bir devlet, özgül Çin gelenekleri ile dünyanın en kalabalık ülkesi olmanın avantajlarına ve parti ve devlet gücüne dayanarak, vaktiyle NEP’in uygulandığı dönemdekine benzer bir şekilde, yeniden <
Kapitalist küreselleşmeye karşı çıkan, hükümetler ötesi organizasyonlar diye adlandırılan, çok sayıda yapılar da var. Şu esnada en dikkat çekici olanı ATTAC’dır. Dünya Sosyal Forumu tarafından son olarak Ocak 2003’te Porto Alegre’de ve şimdi de Mumbai’de gerçekleştirilen muazzam mitingler de bu kapsamdadır. Yeni bir dünya ekonomik düzeni oluşturulması yönünde bir basınç öyle artmaktadır ki, bu, Kuzeyi, er ya da geç, temel önemde bir dönüşümü düşünmeye zorlayacaktır. Aksi takdirde herşey için çok geç kalınmış olabilir.
Marx ve Engels, alternatif olarak sosyalizmi, yani özel mülkiyetin bulunmadığı bir düzeni öngörmekteydiler. Tarih böyle bir toplumun mümkün olduğunu gösterdi. Ancak rekabet yeteneğinde olmadığını da sergiledi. Kapitalist toplumun keskinleşen çelişkilerinin aynı zamanda yeni bir toplum yaratacak kuvvetleri ortaya çıkarıp çıkarmayacağını gerçi hiç kimse bilmiyor. Buna rağmen, zihinde olası bir alternatif tasavvur bulundurma, her tutarlı anti kapitalist mücadelenin ön koşulu olarak kalmaya devam ediyor.
Dipnotlar:
(1) Bakınız: S. Bollinger tarafından düzenlenen ve yayınlanan kitap: Das letzte Jahr der DDR Zwischen Revolution und Selbstaufgabe, Berlin 2004, S. 24 – 30.
(2) P. Zelikow und C. Rice, Sternstunde der Diplomatie – Die Deutsche Einheit und das Ende der Spaltung Europas, Berlin 1997, 2000 als Taschenbuch, S. 54.
(3) N. Grunenberg, Der Richtige Rıecher, DIE ZEIT vom 28. 9. 1990.
(4) A.v.Plato, die Vereinigung Deutschlands-ein weltpolitisches Machtspiel, Berlin 200 S. 19 – 22, E. Czichon, H. Mahron, Das Geschenk, Köln 1999 S. 40-42. Her iki kitap da herşeyden evvel P. Zelikow vw C. Rice’ın Amerika Birleşik Devletleri politikasının etraflı bir sergilenmesi üzerinedir.
(5) Müsteşar Ottfried Hennig 29. 10. 1989’da bu tebliği açıkça zikretmektedir: Texte zur Deutschlandpolitik Reihe III Bd. 7 1989, S. 308.
(6) M. Gorbatschow, Erinnerungen, Berlin 1995, S. 303.
(7) M. Gorbatschow, Rede in der UNO, Neues Deutschland vom 8. 12. 1988.
(8) Moskau musste die DDR endlich loslassen, Neues Deutschland vom 5./6. Mai 2001.
(9) Karşılaştırınız: E. Bahr, Zu Meiner Zeit, München 1996, s. 282 ff. , sowie von der anderen Seite W. Keworkow, Der geheime Kanal, Berlin 1995, und dazu D. Nakath bei Bollinger S. 327.
(10) Gorbaçov, Wie es war, Berlin 1999.
(11) S. Prokop, Glanz und Elend des Jahres 1989/90, in: Ansichten zur Geschichte der DDR, Hrsg. L. Elm, D. Keller und R. Mocek, Bd. XI/X, Bonn Berlin 1998, s. 164.
[12] C. Bernstein, M. Politi, Seine Heiligkeit, München 1977.
[13] P. Pragal, Weniger als vermutet, Berliner Zeitung, 21. 7. 2004.
[14] (N. Grunenberg, a. a. O.)
[15] M. Gorbatschow, Erinnerungen, S. 714 f., D. Nakath, Zu den deutsch-deutschen Beziehungen in der Zweiten Hälfte der achtziger Jahre, in: Bollinger S. 342 f. Zum Termin vgl. von Plato, S. 188
[16] W. Schäuble, Der Vertrag, Stuttgart 1991, S. 145 f., S. 131.
[17] P. Pragal, Träume trübten den Blick auf die Realität, Berliner Zeitung vom 2. 11. 1994.
[18] F. Brunnsen, Die Revolution in der DDR, Aus Politik und Zeitgeschichte, Beilage zur Wochenzeıtung Das Parlament, B 45/99, S. 11.
[19] <
[20] A. Brie, Ich tauche nicht ab, Berlin 1996, S. 137.
[21] Gorbaçov Ekim 1988’de Mieczyslav Rakovski’ye: <
[22] U.-J. Heuer, G. Riege, Der Rectsstaat – eine Legende?, Baden-Baden 1992, S. 52.
[23] Zum 5. Jahrestag der deutschen Vereinigung, Pressedienst der PDS 1995 Nr. 37 S. 11.
[24] Vgl.: die Materialien einer Diskussionsveranstaltung des Berliner Büros der Friedrich-Ebert-Stiftung am 27. 2. 1999, <
[25] J. Kuczynski, Konservative Revolutionen, Neues Deutschland vom 8. November 1989. Buna karşın Manfred Kossok, (Weder <
[26] M. Brie, Die Wende wird Revolution, Berliner Zeitung vom 30. 11. 1989.
[27] M. Kossok, Schreckgespenst von Bonn. DDR-Demokratie ante portas. Die Revolution hatte die richtigen verlierer, aber wird sie auch die richtiger Sieger haben?, Neues Deutschland vom 10./11. 3. 1990.
[28] W. Schäuble, a. a. O, S. 15.
[29] Bu çağın kronolojik sıralaması ve özel olarak Çağ kavramı için karşılaştırınız: U.-J. Heuer, Im Streıt – Ein Jurist in zwei deutschen Staaten, Baden-Baden 2002, ab S. 461.
[30] H. J. Sandkühler (Hrsg.) Europäische Enzyklopädie zu Philosphie und Wissensachaften Bd. I Hamburg 1990, S. 761-763, J. Ritter (Hrsg.) Historisches Wörterbuch der Philosophie, Bd. 2, Darmstadt 1972, S. 594-598.
[31] E. Hobsbawm, Das Zeitalter der Extreme, München-Wien 1995, S. 20.
[32] SED’in 1976 Programı’nda da böyleydi, IX. Parteitag der SED, Program der SED, Berlin 1976, S. 11.
[33] XXVII. Parteitag der KPdSU, Dokumente, Berlin 1986, S. 29-30.
[34] M. Sohn toplumsal formasyonları ve çağları (geçiş çağları hariç) tanımlıyor ve şu sonuçta ısrar ediyor: <
[35] A. Gramsci, Kritische Gesamtausgabe der Gefängnisheft Bd. 6 (Hefte 10 und 11), herausgegeben von W. F. Haug, Hamburg 1995, S. 1226 f., S. 1243.
[36] Buna ilaveten karşılaştırınız: U.-J. Heuer, Marxismus und Politik, Hamburg 2004, 2. Kapitel Der naturgesetzliche Gesamtprozess des Kapitalismus und sein Januskopf, S. 29-53.
[37] E. Altvater, B. Mahnkopf, Grenzen der Globalisierung, Münster 1996, S. 520.
[38] E. Altvater, B. Mahnkopf, ebd., S. 429, H. Conert, Das amerikanische İmperium. Der <
[39] Buna ilaveten karşılaştırınız: U.-J. Heuer, Deutschland führt wieder Krieg, Z. Zeitschrift marxistische Erneuerung, Nr. 38 Juni 1999, S. 38-52.
[40] W. Wolf, Fusionsfieber, Köln 2000, S. 50.
[41] Die Nationale Sicherheitsstrategie der USA (Vom Präsidenten am 17. 9. 2002 vorgelegt), İnternationale Politik 2002 Nr. 12, S. 118.
[42] Bunun yanısıra karşılaştırınız: A. Wehr, Kerneuropa entsteht, junge Welt vom 30. 7. 2003. Zur darstellung und Wertung des Entwurfs vgl. U.-J. Heuer, Wer sind die Preußen von heute?, junge Welt vom 16. 10. 2003.
[43] Vgl. dazu die Überlegungen zum Absterben des Staates von D. Losurdo, Der Marxismus Antonio Gramscis, Hamburg 2000, S. 95-97, S. 109.
[44] Vgl. dazu die Überlegungen zu Kuba und Nikaragua von D. Losurdo, <
[45] H. Peters, China – quo vadis?, junge Welt vom 24, 25/6 und 27. 1. 2003.
* Treuhandanstalt (Yediemin Kuruluşu): Doğu Almanya’nın Federal Almanya tarafından yutulmasından sonra bu ülkede Demokratik Almanya Cumhuriyeti işletmeleri ve gayri menkullerini satış yahut tatilname yoluyla özelleştirme, reorganize ya da tasfiye etme işini yürütmekle görevlendirilmiş olan devlet kurumu. Bu kurum DAC’nin sosyalist mülklerini özelleştirme yoluyla kapitalist işletmelere dönüştürme ve sosyalist yapıyı tamamen tasfiye etme görevini 1990 – 1994 yılları arasında gerçekleştirmiştir. [benim notum: samet erdoğdu]